Kış mevsiminin bavulunu adeta sürüyerek taşıdığı ve isteksizce kapımızın ziline bastığı bir Aralık gününde, kafamızdaki yollarda kalma endişesini bizden ayrı tatile yollayarak, bir cuma sabahı güneşle birlikte uyandık ve yola çıktık.
Orada bir köy var uzakta… Dün coşkuyla, sorgulamadan mırıldandığımız bu nağmeleri, büyüdük daha farklı mırıldanır olduk şimdi. Büyüdük, biliriz kavuşmanın kıymetini ya, garip gelir oldu uzaktan uzağa sevgiler. O köy bizim. Ama ne kadar bizim olabilir ki, görmediğimiz, dokunmadığımız, tanımadığımız? Ne kadar benimdir, sahip çıkmadığım, kokusunu bilmediğim? Bilmek lazım değil midir, nasıldır huyu, nasıldır suyu? Kavuşmanın nasıl bir kokusu vardır mesela oralarda?: Yağmuruna yeni kavuşunca toprak, nasıl bir koku yayar etrafına? Ne kadar soğuktur çeşmesinden akan sular; dayanır mı yoksa buz mu keser ellerim? Çamurunun lekesi inatçı mıdır? Bu yavuklu nazlı mıdır yoksa her nazıma katlanan mı? Veren midir çoğunlukta yoksa alan mı? Bereketsiz midir yoksa doğurgan mı? Öfkesi yaz yağmuru mudur, yoksa tufan mı?
Bolu’da asırlık ağaçlar arasında Elmalık köyünde verdik ilk molamızı. Kimimiz bir çardakta kimbilir kaç yüzyıldır onca insan yüzü görmüş ağaçların altında daldık sohbete, bilerek ağaçların resmedeceklerini bizi hafızalarına. Kimimiz ise dua ediyordu Hayrettin Tokadi Hazretleri’in kabri başında. Duaların varsa bir saati, bu an o andı belki, kimbilir? Çok geçmedi bir gösterinin ortasında, aciz ama hayran izleyiciler olarak bulduk kendimizi: Henüz başlarına aklar yağmamış ağaçlar kol kola girmiş, rüzgarın nefesiyle sallanıyorlardı bir o yana bir bu yana Abant’ta. Cilve yaptıkları bu hüzünlü göl müydü yoksa bulutlu gözleriyle mavi gökyüzü mü, anlayamadık. Biz, sadece izliyorduk: Gölün camdan gözlerine aksi yansıyordu bu eşsiz gösterinin ve bizler etten kemikten ademler, bir oh çekiyorduk: ‘Oh be’, diyorduk, ‘Bir gün toprak olmak da güzel, bitecekse üzerimde yeşilin her tonu’. İnsan artık cansız bir beden iken neden böyle bir yerde gömülü olmayı arzular ki? Bir an belki birçoğumuzun içinden geçti bu olmaz görünen dilek; göl ‘şışt’ dedi anlamışçasına, uyandırdı bizi bu dalıp gitmişliğimizden. Yorulmuştu ağaçlar, ve tabiatı izlerken bizler de. Onları kökleriyle sıkıca sarıldıkları toprakları üzerinde uyumaya bırakacaktık; biz ise, vardığımız termal tesiste dört duvar odalarımıza çekilmeden önce ete hayat veren ruhumuzu beslemeden uykuya dalmayacaktık: Aşkı yermeden, aşkı övmeden şiirlerde, başımızı yastığa koymayacaktık. Sevim Hoca okudu şiirlerini, bizler dallanıp budaklandık: Bir ucumuz hatıralar arasında tozlanmış sevgiliye ulaştı, bir ucumuz çocuklarımızın gülüşüne takıldı kaldı, diğer ucumuz geri döndü Abant’a, ağacın suya aksine uzattı kollarını. Başımızı koyduğumuzda yastığa, biliyorduk Karadeniz keşfedilmeyi bekleyecekti ertesi gün, bizse aynı şekilde onu keşfetmeyi, heyecanla.
Çocukluğumuzun başka bir şarkısı dolandı ertesi sabah dilimize. Uçurumlarda balerin kıvraklığıyla süzülürken otobüsümüz,’ Ilgaz, Anadolu’nun sen yüce bir dağısın’, diyorduk.
Ilgaz gökten yağana, biz kar yağışlı Ilgaz’a hayran, aşmaya koyulduk yolları. Karadeniz’e gidilir de tepinmeden durulur mu horonuyla? Kemençeci dayı sokunca gözlerimize yayı, başladık birden otobüsün dar koridorlarına meydan okumaya ve kenetlendi kıpır kıpır yüreklerin coşkulu elleri, hırçın hırçın vuruldu ayaklar. Otobüsümüz şarkıların söylendiği, horonların tepildiği bir sahne oluverdi: Ordu’nun dereleri aksa da yukarı, vermedik o yari ellere ve tüm şehir üzerimize kalktı. Kaynana sevilmez mi hiç, sevilir tabii, oğlu güzel olursa, dedik coştuk; sonra vazgeçtik sevdalıktan: Etmeyelim dedik sevdalık, sevenler yaşamadı…’Ander kalsın sevdalık, alacak canımızı.’
Genç yaşına rağmen yaşlı heybesinde nice anılar biriktirmiş olan rehberimiz Murat, bir yandan Sevim hoca’dan mecaz-ı mürsel ve bunun alt kategorileri konusunda dersler alırken, diğer yandan yola bismillah dediğimiz andan itibaren bir cümleyi adeta kazımaya çalışırcasına beynimize, tekrar edip duruyordu: Fatih’in ünlü bir deyişi idi bu. Fatih’in dilinden lalasına dökülen bir deyiş değil, bir soru değil, bir hayranlık ifadesiydi aslında. Kansız bir zaferle Cenevizlilerin elinden almıştı İstanbul fatihi ilk görüşte vurulduğu bu şehr-i Amasra’yı ve yöneltmişti lalasına, rehberimizin dilinden düşürmediği ünlü sorusunu:
‘Lala, lala çeşm-i cihan bu mu ola?’.
Gözlerimiz bayram eder de, kusur kalır mı midelerimiz? Midelerimizin gözü açıldı, tava tava balıklar ve o lezzetli salata sunulurken önümüze. Gözlerde bir bayram havası, midelerimizde bayram… Anladık vakit geçiyor, ayrılmak vakti geldi yavukludan. Biz onu görmekten hoşnut, o kendini göstermiş olmaktan; daha nice sevdaların peşinden koşmak üzere ayrıldık sevgilinin koynundan.
Fatih’in kılıçsız bir zaferle fethettiği bir şehirden, alınışı müjdelenmiş başka bir şehrineydi istikamet bu sefer: İstanbul, kıskanmış olmalı bizi Abant, Safranbolu ve Amasra’dan; yağmurlu gözlerle karşıladı.
Orada bir köy var uzakta,
O köy BİZİM köyümüzdür.
Gittik, gördük, suyunu içtik.
Heyecanla bu yola çıkmış ÖSEV yolcuları, iki gece üç gün sonra evlerimize kavuşmak üzere birbirimize veda ederken biliyorduk ki, gelecekte bir başka keşife, başka bir sevdaya yol alırken, kulağımızda unutulmayan bir sevdanın tadı kaldı.